20 Mart 2017 Pazartesi

Kolektif Yazı: 'Hayır' Zamanlarından Öteye Bakmak, Eşit ve Özgürleştirici Bir Birlikteliği Tasarlamak


Yazarlar (Yazma Sırasına Göre): Baran Gürsel, Barış Şensoy, Can Evren, Bilgesu Şişman, Sidar Güdüzalp, Umut Kocagöz


Giriş:
Bu metnin yazarları referandum sonucu ne olursa olsun bize korumamız gereken enerjinin 'ne’ olduğunu hatırlatan farklı türden 'hayır’ birlikteliklerinin yoğun olduğu bir dönemde, belli bir sürekliliğe ve uzun erimli dönüştürücü hedeflere sahip, eşit ve özgürleştirici bir birlikteliği düşünme çabasında buluşmuşlardır. Metnin yazılma amacı ise, böyle bir birlikteliğin, üzerinde düşünülmeye değecek bazı yönlerine dair fikirler paylaşmak, bu çerçevede yürütülen tartışmalara katkı sunmak ve yenilerine vesile olmaktır. Bu bağlamda aşağıda okuyacağınız fikirler, buraya kadar olduğu gibi bundan sonra da, ötekilerle diyaloga girdiği ölçüde zenginleşecektir.
***
Baran Gürsel:
 Ben, kurulma biçimi ve hedefleri açısından böyle bir birlikteliği 'sosyalist’ olarak tanımlarım. Böyle bir tanımlayıcı ifade kullandıktan sonra açılması gereken pek çok konu olabilir ama burada üç başlığı öne çıkarabileceğimi düşündüm: sosyalist bir örgütlü grup olmanın tanımlanması, kardeşler hukuku ve yasa(k)lar meselesi, deneyime yaslanma ihtiyacı. Bu başlıkların mevcut yakıcı gündemlerden uzak olduğu söylenebilir ve soyutluğu eleştirilebilir. Bununla birlikte benim aklımda, güncelliğimizle bu başlıklar arasında iki tür bağlantı var. Birincisi, ‘hayır zamanları’ Gezi sürecine benzer olarak birlikte olmaya, farklı kişi ve gruplar arası iletişime ve ortaklık projelerine dair alışılmış düşünme biçimlerinde irili ufaklı yarıklar açıyor. Bu yarıkların yeni pratiklerle olduğu kadar yeni düşüncelerle de işlenmesini, örülmesini ve dönüştürülmesini önemli buluyorum. Aynı zamanda da bir ülkede toplumsal iktidarın, toplumsal hayatın ve ‘ekonomi’nin nasıl düzenlenebileceği üzerine birçok tartışma yapılan bu ortamda, aklımıza kurucu sosyalist birliktelik ve projelerinin gelmeme eğilimini tersine çevirme çabasına katkı sunmak istiyorum.

1. İlk olarak, sosyalist bir örgütlü grup olmayı nasıl ele aldığımı aktarayım.  

 Herhangi bir düzeyde örgütlenmiş bir gruptan söz ettiğimizde, bu gruba ne ad verirsek verelim, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin belli süreklilikler içerecek şekilde düzenlenişine gönderme yaparız. Toplumsal ilişkiler hem ‘dış gerçeklik’, hem de ‘ruhsal gerçeklik’ düzlemlerinde (düzlemleri, sabit ayrı katmanlar değil, karşılıklı ve geçişli varoluşlar olarak düşünelim) belli süreklilikler etrafında örgütlenerek grupları oluştururlar. Bu örgütlenme süreci aynı zamanda öteki ilişki grupları ve biçimlerinden de farklılaşmayı içerir.

 Bir grubu tarif ederken iki tür ilişkiye referans veririz: Grubun 'içindeki’ ilişkiler ve grubun 'dışarıyla’ ilişkileri. Grup içi alanı tarif ederken sürekliliklere ve benzerliklere atıf yaparız. Bu sürekliliklerin belli ölçülerde 'bilinçsiz’, belli ölçülerde 'bilinçli’ olarak belirlendiğini düşünebilir ve bu süreklilikleri farklı kavramlarla soyutlarız: sınıf, aile, devlet, örgüt, ekonomi, vb. Bir ‘kapsam’ içinde ele aldığımız bu toplumsal ilişkiler, aynı zamanda grup dışı toplumsal ilişkilerle de ilişki içerisindedir. Dışarıyla olan ilişkiye bakarken de süreklilik ve benzerlik yerine, başkalaşma ve farklılığa odaklanırız.

 Bu varsayımlar etrafında tartışmayı biraz ilerletebilmek için, ilişkisel süreklilik ve farklılığın gerçekte asla tamamlanmış soyut biçimler olamayacağını kabul etmemiz gerekiyor. Süreklileşmeyi ve farklılaşmayı, birer ‘süreç’ olarak ele alabiliriz. Böyle düşünmek örgütün varsayılan (kavramsal/soyut) durağanlığına karşı taşıdığı çelişki, hareket ve değişimi göstermek açısından da faydalı olur. Ben bu anlayıştan yola çıkarak, örgütlenmenin sahip olduğu iki merkezi çelişkiden söz edeceğim: a. (İç) sürekliliğin/benzerliğin, (iç) başkalaşma/farklılaşma ile çelişmesi; b. (Dışarıdan) başkalaşma/farklılaşmanın, (dışarı ile olan) süreklilik/benzerlik ile çelişmesi.

 Birinci çelişkiyi şöyle açabiliriz. Örgüt içi ilişkiler belli ortaklıkların, benzerliklerin üzerine kurulsa da bu ortaklıklar aynı zamanda her zaman belli bir ölçülerde ortaklaş(a)mama noktalarıdır. Deneyim, arzu, amaç, ilke, vb. asla tam anlamıyla aynılaşamayacağı için burada her zaman devindirici gerilimler var olur. Bu gerilimi somutlamak istersek, bunun gündelik basit bir görüngüsünü, farklı fikirde olan konuşmaların, suskunlukların, itiraz etmelerin, yol vermelerin olduğu bir toplantıda bulabiliriz. Bu gerilimler örgütlülük tarafından yeniden ve yeniden çözümlenir, örgütlenir ve yeni gerilimlere çevrilir. Bazen çözümleme süreçleri bazı yerlerde tıkanır; gerilim, geriye rahatsızlığı katlanılamaz boyutlara ulaştıracak kalıntılar bırakır -kuşkusuz bu gerilim ve kalıntılar, dışarısı olarak kabul edilen toplumsal ilişkiler tarafından beslenir ve harlanır. Böyle durumlar da, gerilimlere yönelik yeni içe alma ve çözümleme yöntemleri geliştirilmediği takdirde, ya grupta parçalanma ya da grubun parçalı ve hiyerarşik bir birliğe dönüşmesi ile sonuçlanır.

 Gerilim nereye doğru giderse gitsin (çözümlenerek çoğunlukla özümsenme veya kalıcılaşarak uyarmaya devam etme) burada vurgulamak istediğim bu gerilimin hep var olduğu ve bilinçli ya da bilinçsiz bir diyalektik akış içinde olduğudur.  Ben bahsettiğim türden gerilimlerin mutlak çözümlerinin olmaması ile bunu çözmeyi reddetme eğilimini ise birbirine karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Bana göre gerilimi çözmeyi reddetmek veya ‘rastgele kendiliğindeliğe’ ve ‘akış’a bırakmak, esasında onu ‘bilinçdışı’ süreçlerin hâkim olduğu bir işleyiş içerisinde çözülmeye bırakmak demektir. ‘Bilinçdışı’nın saf ‘yaratıcı bir arzu’dan değil, bastırılmış ve bağlamsızlaşmış öğeler, savunmalar, çatışmalar ve -bir anlamda- ‘yıkıcılık’tan da müteşekkil olduğunu düşündüğümüzde akışa bırakmanın çekiciliğine kapılmak uygun bir seçim olmaz. Tabii uygun olmaz derken, eşit ve özgürleştirici bir düzen kurma amacı doğrultusunda uygun olmayacağını kastediyorum. İşte bu noktada bahsettiğimiz birlikteliğin sosyalist bir örgütlenme olmasının ayırıcı özelliği devreye girer. Önce diğer çelişkiyi biraz açıklayıp bu konuya döneyim.

 İkinci çelişkiyi şöyle açabiliriz: Dışarıdan farklılaşma, dışarıda olduğu varsayılan toplumsal ilişkilerden gerçekten bağımsız olma anlamına gelmez ve onların içeri 'sızması’ ile el ele gider. Örgüt bağımsız bir ‘alan’ olmadığı için, içeride yeniden üretilen dışsal ilişkilerin yeniden nasıl düzenleneceği hep canlı olan bir gerilim ve gündemdir. Çünkü bir yandan bu iç-dış geçişkenliği, toplumdaki egemenlik ilişkilerini (diyelim eril tahakkümü), diğer yandan da direnme ilişkilerini (diyelim dayanışmacılığı) içeri aktarır ve örgütlenmenin kendisinin topluma 'yayılmasına’ izin verir. Bu geçişkenliğin hangi noktalarda hangi katılıklarda ayarlanmaya çalışılacağı konusu, yukarıda da bahsettiğim mantıktan yola çıkarak, sistematik bir özenle düşünülmesi gereken bir konudur. Mesela bu gerilimin bir örneğini, halk geleneklerinin devrimci potansiyeli ile mi yoksa egemen sistemi yeniden üretici potansiyeli ile mi ele alınacağı sorusunu tartışırken yaşarız.

 Bu iki çelişki bize, önemli düşünme ve pratik alanları açıyor. Konumuz olan örgütlenmenin eşit ve özgürlükçü, sosyalist bir örgütlenme oluşunun önemi ise burada devreye giriyor. Sosyalist bir birliktelik olmak, çelişkileri sosyalist bir şekilde çözme gayretini de içermelidir. Söz ettiğim, sorunlara tarih üstü formüller uygulamak değil. ‘Sosyalist olmak’ iki şeyi ifade eder. Birincisi, bu bir kavrayış çerçevesidir. Bu çerçeve; gerilimin, tarihselliğin, bağlamın bir tür okumasını mümkün kılar. İkincisi, bir amaçtır; yani bir gelecek temsili. Bu minvalde sosyalist bir birliktelik, çelişkileri/gerilimleri eş zamanlı ve dinamik olarak hem bir sosyalizm çerçevesine, hem de sosyalizm amacına referansla ele almayı hedeflemelidir. Zaten bizzat bu tür ele alışların kendisi şu an gördüğümüz sosyalizm çerçevelerini ve sosyalizm amaçlarını oluşturmuştur.  Yine bu yolla bu ikili yeniden ve yeniden yaratılacaktır. Ve eş zamanlı olarak sosyalist düşüncelerin hem özgülleşmesinin hem de evrenselleşmesinin potansiyelleri çoğalacaktır.

 Yani bahsettiğimiz iki alandaki sürekli çelişkilerin sonu gelmeyen çözümlerinden sosyalist bir hukukun içeriği ve biçimi oluşur. (1) Örgütlenmenin içindeki ortaklaşmanın, içerideki farklılıklar ile girdiği gerilimin yaratıcı çözümleri, örgütün uzlaşma noktalarının (hem ilke ve amaçlar, hem de işleyiş ve çerçeve olarak) ve örgüt içi ayrı alanların (farklı faaliyet alanları, gruplaşma biçimleri, komisyonlar, vb.) oluşturulmasıyla sonuçlanır. (2) Dışarıdan farklılığın, dışarıya benzerlikle yaşadığı çelişmenin yaratıcı çözümleri, örgütü dışarıdan ayrıştıran özelliklerin (yine hem ilke ve amaçlar, hem de işleyiş ve çerçeve olarak) ve toplumla temas biçimlerinin (toplumsallaşma biçimleri, alan faaliyetleri, iletişim kurma ve iletişimi değerlendirme yöntemleri, vb.) oluşmasıyla sonuçlanır. Bu bahsettiğim dört oluşuma rengini, o bağlamda mevcut bir çelişkinin nasıl değerlendirildiği veya değerlendirilmeden kendiliğinden nasıl bir hareketle karşılandığı verir.

 Çeşitli düşünsel gelenekler, alışkanlıklar ve etkiler sosyalist bir örgütlenmeyi tanımlarken bu çelişkilerin varlığını es geçmemize sebep olabiliyor. Ben burada, hem bu çelişkilerin varlığını hem de bunların eleştirel düşüncenin nesnesi yapıldığı takdirde ortaya çıkartacağı kurucu potansiyeli temellendirmek istedim. Somut olarak da bu mantığın önümüze çıkardığı ve üzerine düşünmeyi belli bir düzeyde sistematikleştirmemiz gerektiğini düşündüğüm ilk elden aklıma gelen bazı soruları da şöyle sıralayabilirim: Örgütlenme olarak nelerde uzlaşıyoruz; bu uzlaşmaları neleri kenara koyarak yaratıyoruz; kenara koyduklarımızın bize etkisi ne oluyor; (yeniden) değerlendirmesi gereken uzlaşma/uzlaşamama noktaları neler? Örgütlenme biçimiz ne tür farklı katılım biçimlerine izin veriyor ve vermeli; grup içindeki farklı işlevler neler olabilir; grup içi gruplar ya da kişiler arasındaki hangi konulardaki hangi farklılıklar hangi aşamaya geldiğinde ayrılık, hangi aşamaya kadar birlikte kalmak ile karşılanmalı? Toplumsal egemenlik biçimlerinin grubun içinde nasıl tekrar ediyor ve bunlar nasıl, kimler tarafından, ne sıklıkla düzenlenebilir? Toplumsal direnme dayanışma biçimlerini nereden buluyor, alıyor, bulmalı ve almalıyız; dışarıyla kurulan iletişimin araçları neler olabilir, karşılıklı olması için neler yapılabilir ve iletişimin geçirgenliği ne zaman, nasıl düzenlenebilir?...

2. Buradan ikinci başlığa geçebilir ve kardeşler hukuku ve yasa(k) meselesini biraz ele alabilirim. 

 Kardeşler hukuku metaforunu Freud'a referansla kullanıyorum. Meseleyi buraya uygun şekilde ifade etmeye çalışırsak hikâyede, sınırsız bir şefin buyruğu altında örgütlenmiş bir grup, şefin sınırsızlığının yerine kardeşlerin yasasının konulmasıyla yasalarca/yasaklarca düzenlenen bir topluluğa dönüşmekte ve böylece hem liderin sınırsızlığı ortadan kalkmakta hem de kardeşlerin ilişkisi düzenlenmektedir. Kardeşlerin ilişkisinin düzenlenmesi bir yandan eşitler bir yandan da farklılar hukukunun oluşmasını içerir. Kardeşlerin iç farklılıkları (akrabalık konumları, toplumsal konumlar) ve dışarı gruplarla olan farklar bu hukukun parçasıdır. Tabii bu durum iki tür çelişki barındırır. En azından bu mitolojik-tarihsel aşamada ‘erkek’lerin ‘baba’, ‘baba’ların da ‘şef’ olma potansiyeline işaret eden ataerkil bir regresyon hattı da kurulmuştur. Başka bir regresyon hattının da grubun (‘aile’nin) dışarıyla ilişkide kurduğu bulunan farklılığın yabancılığa, yabancılığın da düşmanlığa kayma potansiyeli doğrultusunda çizildiğini düşünebiliriz.

 Bizim açımızdan burada bu hikayenin üzerine düşünülebileceğimiz üç noktası var.

 Birincisi, ‘hukuk’un ne olduğu meselesi. Bana göre burada hukuku iki olgu/anlam üzerine oturtabiliriz: yasak ve yasa. Freud’un hikayesinde ‘evrensel bir yasak’, kardeşlerin bundan sonraki ilişkilerinin ‘yasasının’ tanımlayıcısıdır.

 Kardeşler hukuku, iki anlam potansiyelini de taşıyor olmakla birlikte bana göre sosyalist bir çerçeve/amaç, sürekli bir çaba içerisinde yasa anlamını yasak anlamının önüne çıkarmalıdır. Güncel sosyalist gelenekler içerisinde hukukun ikincisi ile tanımlanması ve daha da ötesi hukuku yasak ve ceza olarak yaşa(t)ması bir yandan liberal demokrasi anlayışının, daha özelde de güncel devlet şiddetinin ürünüdür. Özellikle günümüz koşullarında devlet şiddetinin yoğunlaşması ve kayıplar -80 darbesinin etkisiyle paralel olarak- toplumsal ilişkileri daha ‘yakıcı/yıkıcı’ şekilde yaşanır ve algılanır hale getiriyor. Bu algı da hızla bulaşıyor; toplumsal ilişkilerin (ve örgütlü olanlarının) ortak hukuk oluşturma yolu ile uzlaştırabilecek olağan çatışma ve gerilimlerini yargı ve ceza gündemleri haline geliyor. Tabii her zaman yargı mekanizmaları kurulmuyor ama bazen kopuşlar, parçalanmalar ve bazen de gerçek mahkum etme eylemlerinin sertliği böyle bir etkiden kaynaklanıyor. ‘Yasa/söz verme-sözünü tutmama’ meselesi, ‘yasak-ceza’ meselesine kolayca dönüşebiliyor.

 İnsanların eşit ve özgür bir şekilde birlikte yaşamasını olmasını hedefleyen bir örgütlenmenin, insanların –örneğin- arzularının birbiriyle çatışmayacağını varsayması anlamlı olmaz ama çatışmaların uzlaşmalara dönüştürülmesinde yasa ve sözleşmeye, yani birlikte yaratılacak sembolizasyonlara gönderme yapması beklenebilir. Bu bağlamda yasak ve bunun ihlalinin sonucu olan ceza mekanizması tamamiyle dışarıda bırakılmasa da hukukun anlamı öncelikli olarak söz verme eylemine referansla sosyalistleştirilmiş olur. Ve bu yolla da bu anlayış toplumsallaşmış ve yeniden bireyselleşmiş/içselleşmiş olur. Topluluğun yasalarının ihlali (örneğin toplantıda söz kesme) bu sayede, dışarıdan gelecek ya da iç dünyada yer alan ‘ayrık’ bir yapı olarak düşünülebilecek bir cezalandırıcı mekanizmayla değil (bu yönde oluşmuş ayrışmış işlevlerin de bazen kurucu ve gerekli olduğu inkâr etmiyorum);  grubun ve içsel mekanizmanın düzenleyici özelliğiyle karşılanır. İhlal, topluluğun uzlaşmasıyla karşılanıyor ya da topluluğun önceki uzlaşmalarında karşılık bulamıyorsa yeni uzlaşmaların, ortak sözleşmeye entegre olmasına vesile olur.

 İkincisi Kardeşler hukuku metaforunu bu yönde ilerletirken, aslında bir yönde daha ilerletmemize ihtiyaç vardır. Erkek egemen bir toplumda kardeşlik, erkeklerin kardeşliği olmaya meyleder: babalara özenen erkeklerin kardeşliği. Freud’un hikayesine referansla konuşursak, ‘baba’yı öldüren kardeşler erkek kardeşlerdir. O zaman, egemen hale gelmesi muhtemel ‘erkek kardeşler hukuku’ sosyalist bir hukuksallığın oluşması için, ‘kız kardeşler hukuku’ tarafından, ‘kız kardeşler hukuku’ da, ‘queer hukuk’ tarafından sürekli olarak yerinden edilmelidir. Sosyalist bir örgütlenmenin bu ‘döngüsel’ yerinden etmeleri sağlayacak mekanizmaları sağlaması ve süreklileştirmesi anlamlı olur.

 Ve üçüncüsü, kardeşler hukukunun aile-grup metaforunu sürekli genişletecek şekilde aşma çabası, kardeşler hukukunun sosyalistleştirilmesi için elzemdir. Grup dışını yabancılaştırma ve düşmanlaştırmaya doğru gerileme potansiyeline karşı içsel farklılıkları (kardeş rekabetini) düzenleyen hukuk ve dışarıyla farklılıkları düzenleyen hukuk, üzerlerine sürekli çalışılması gereken konular olarak önümüzde durmaktadır. Bir önceki maddede bu çelişkilerin düzenlenme ihtiyacından bahsetmiştim. Bu çelişkileri düzenlerken, her zaman ‘ailedeki düşman erkek kardeşler hukuku’ potansiyelinin karşısına ‘öteki/dünyadaki insanlar’,  onun da önüne ‘öteki/dünyadaki canlılar’, onun önüne de ‘ötekiler’ hedeflerini koyarak bu çelişkinin kurucu ve evrenselleştirici tarafını güçlendirmek için çabalayabiliriz.

3. Buradan da son başlık olan deneyime yaslanma meselesine geçebilirim.

  Bu geldiğimiz noktada, toplumsal ilişkilerin sosyalist bir örgütlenmesinin ‘ne’ üzerine kurulu olacağı sorusunu sorabiliriz. Bu soru aynı zamanda her aşamada ‘kardeşler hukuku’nun da ‘nereye’ dayanacağı, ortak yasalarımızın ‘neyi’ düzenleyeceği sorusudur da. Ellen Meiksins Wood’un liberal demokrasinin, antik demokrasinin ‘demosun egemenliği’ ilkesinden koparılmış bir biçimi olduğu tezini kaynak olarak alalım. Buna göre antik demokrasi köylülerin ‘siyasal’ alana girerken aynı zamanda üretim ilişkilerine ve sömürü koşullarına da doğrudan müdahale etmesine izin verir. Demokrasi doğrudan sınıf mücadelesinin bir alanı olarak iş görür. Bununla birlikte liberal demokrasi, kapitalizmin siyasal ile ekonomik alanlarının ayrışması üzerine kurulu olduğu için biçimseldir. O halde sosyalist bir demokrasinin, maddi koşullarımız ve hayatımızın yeniden üretimi üzerinde doğrudan tasarrufa imkân veren bir iktidar biçimi olması gerektiğini hatırlar ve kapitalizm içindeki sosyalist bir çaba için buradan bir çıkarım yaparsak sosyalist hukuk, doğrudan deneyime yaslanarak deneyime dönmelidir.

  Bundan kastım, insanların doğrudan hayatlarından yola çıkan ve hayatlarında somutlaşan bir hukuktur. Elbette bu tür bir hukukun ve bunu sağlayacak politikanın karşı karşıya olduğu birçok gerilim vardır. Bir yandan deneyimin nasıl anlaşılacağı konusu üzerine üzerine düşünülmesi gereken bir konudur. Diğer yandan böyle bir doğrudanlığın doğmasına vesile olacak dolaylayıcı unsurların neler olabileceği konusu zihnimizi kurcalamalıdır. Aynı zamanda da sosyalist bir hukukun/politikanın etkisinin ne vadede deneyime (yani o insanın hayatına) dönerek etki yapacağı sorusu önemli bir tartışma konusu olarak önümüze durmaktadır. Daha önceden bahsettiğim çelişki noktalarında olduğu gibi buradan çıkış, önceden belirlenmiş olmadığı gibi mutlak da değildir. Bununla birlikte bu bakış açısı sosyalist bir birliktelik içerisinde sınıf siyasetini kurarken olduğu gibi, kadın siyasetini de, queer siyaseti de kurarken vazgeçilmezdir. Bana göre insanlarca yürütülen ve sosyalist bir birlikteliğin içermesi gereken hayvan özgürleşmesi politikası dahi insan deneyimini (özellikle de bastırılmış boyutlarını) referans almalıdır.

 Soruların gerilimden fazla gerilip ‘deneyimden kaçma’ eğilimleri sosyalist bir örgütü ideal kimliklere, ahlaki pozisyonlara, salt makro olarak tanımlanan bir siyasetle uğraşma iddiasına ve/veya belli özgürleştirici imkânları sistematik olarak dışarıda bırakmayla sonuçlanabilir. Ya da fazla gerilip bu soruları cevapsızlaştırma yönünde eğilimler geliştirmek ve akışta erime iddiası ile bu cevapsızlıştırmayı katı bir konum olarak savunmaya meyletmek de mümkündür. Bizim gerilimlerden kaçınmacı eğilimlerin tersine hem açılmaya hem de kendi eşit ve özgürleştirici birlikteliklerimizi düşünsel ve pratik olarak daha eleştirel hale getirmeye ihtiyacımız var.

 Eleştirel bir düşünme çabası, politikanın deneyime yaslanması ile doğrudan bağlantılı olarak, ancak; insanların belli bir çerçeve içerisinde karşılaşmalarına, fikirsel/duygulanımsal çatışmalara girmelerine olanak veren, bu karşılaşma ve çatışmaları üretken soyutlamalara çevirebilen, liderliklerin sürekli kişi-bedenlerden alınıp lider düşüncelere havale edilmesi süreçlerini örgütleyen ve ilişkileri, bir arada kalmanın devamlılığını sağlayacak şekilde yeniden düzenleyebilen meclislerin varlığı ile canlı tutulabilir. Şanslı olduğumuz ve/veya yarattığımız ölçüde içinde bulunduğumuz bu tip mecraların, daha geniş yaşam dönüşümleri ile ilişkisi olacak sosyalist biçimlerini yaratmak için uygun bir yerde ve aşamada olduğumuzu düşünüyorum.

***

Barış Şensoy:

 Mevlüt Yakışıklı’nın hikâyesi ile başlamak istiyorum. Mevlüt Yakışıklı, çektiği videoda vicdanlı bir devlet memurunu göreve çağırıp işyerindeki elektrik kesintisiyle ilgili hakkaniyetli bir araştırma yapılması çağrısında bulunuyordu. Bir çalışanıyla yaşadığı sürtüşme sonucu elektriğinin kesildiğini, keyfi nedenlerden dolayı elektriğinin verilmediğini, bu yüzden de aslında devletin zarar gördüğünü anlatıyordu.

 Yakışıklı’nın hikâyesi “hukukun bağımsızlığı ve üstünlüğü” kavramlarının tedavülden kalkmasının gündelik tezahürlerinden biri olarak değerlendirilebilir. Üniversiteden ihraçlar, gazetecilerin tutuklanması ve kayyımlar ile gündemi dönem dönem gündemi meşgul eden hukuksuzluk halinin başka bir yansıması. Devlet-parti işbirliği içerisinde belirli kadroların keyfi uygulamalarının yarattığı mağduriyetlerin başka bir örneği.

 Son anayasa değişikliği önerisi ile birlikte, tek kişi iktidarının bu kadar alenileşmesi ve belirecek keyfiliğin olası sonuçlarının kitleler nezdinde endişeye yol açtığını düşünüyorum. Zira partiye yakın olmak, partinin içinde olmak ekonomik ve siyasi olarak hayatta kalmanın öncelikli koşulu hale geldikçe ortaya çıkacak mağduriyetlere dair bir sezgi var gibi görünüyor. Bir tür “nomenklatür” endişesi sarmış gibi: Birçok insan AKP içinde yer bulmak konusunda zorlanacağının farkında. Nihayetinde AKP içinde yükselip belirli bağlar kurabilmek çok değişkenli bir denklem ve kadroların kısıtlı olduğu ve yükselmenin giderek zorlaştığı ortada.

 Hukukun üstünlüğü ve bağımsızlığı ise, AKP, hatta bizzat Tayyip Erdoğan zırhını giymemiş kitleler söz konusu olduğunda hala baştan çıkarıcı bir ilke olarak var olmaya devam ediyor.  Bu açıdan Hayır çağrısı aynı zamanda toplumsal gerginliklerin adının koyulması olarak bir imkân olarak da belirme potansiyeline sahip.

 Peki hukukun üstünlüğünü ve bağımsızlığını savunmak, keyfiyete karşı hukuk demek fazlasıyla liberal değil mi? Nihayetinde hukukun egemenlerin hukuku olduğu, o yüzden esas meselenin hukuk değil meşruiyet olduğu fikri solun ön kabullerindendir. Hayır çağrısının, bu açıdan salt bir evrensel hukuka, yurttaş kimliğine ve rasyonel akla çağrı olmakla kalmayıp, AKP’nin yumuşak karnını görünür ve konuşulabilir kılabileceğinin mümkün olduğunu düşünüyorum. AKP inşaat ve kamu ihalelerinden gelen çıkarları yeniden dağıtması vesilesiyle güçlenmiş olsa da, güvencesiz işçilik ve pastadan alınan paylar arasındaki uçurumun bir gerilim potansiyeli olduğu noktasından yola çıkmak gerekiyor gibi görünüyor. Hayır kampanyası, tek adam etrafında dağıtılan rantın dışladığı zorunlu kitleleri vurgulamak için de bir şans olabilir. Mevlüt Yakışıklı’nın örneğinde söz ister istemez Berat Albayrak ve onun çevresinden olup da enerji dağıtım sektörünün rantını yiyenlere geliyor. AKP bir fırsatlar kapısıyken giderek bir mağduriyet kapısına dönüşüyor. Dolayısıyla Hayır kampanyası bir tür sendikalaşma, toplumsal hukuk ve adalet fikri için potansiyel taşıyabilir: Bizi tanıdıklarımız değil yasa korusun.

 Dolayısıyla Hayır kampanyası yükselen toplumsal gerginlikte ezilen sınıfların elinin güçlendirilmesi için bir araç olarak kurgulanabilir. AKP’nin saldırdığı diğer kurumlar da benzer bir şekilde ele alınabilir. Özellikle bilimsel eğitimin bu açıdan önemli olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, ezilen sınıflardan olan insanların çocukları için bilimsel eğitim, toplumsal çatışmada farklı müzakare imkânları yapabilmek açısından bir imkân olabilir ve olduğu derecede önemlidir. Bilimsel eğitim “hakkı”, yalnızca ideolojik saldırı ve gericiliğe mahkumiyeti reddetme yerine, kişinin kendi emeğini değerlendirme imkanı olarak savunulabilir. Ya da tersinden söylersek, kişinin sınıfsal konumunun dayatılmasına karşı (işçisin sen işçi kal) kendi zihninin sınırları vesilesiyle kendi emeğini değerli kılmasının aracı olarak ele alınabilir bilimsel eğitim ve bu noktada da bir hak olarak anlamı farklılaşır. Bugün sosyalist devlet örneklerini totaliter rejimlere indirgeyip çöpe atan kitaplarda bile, ki Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman’ının da son tahlilde böyle bir kitap olduğunu düşünüyorum, şu sesler belirir: Ne olursa olsun, nomenklatür köylü çocuklarıydı, yoksulların çocuklarıydı, yetimdiler, okumaktan başka şansı olmayan gariban çocuklardı.

 Toparlarsak; parti-devlete biat rekabeti üzerinden şekillenen bir toplumun iktisadi ve siyasi bir krize girdiği günümüzde oldukça yoğun bir biçimde deneyimleniyor diye düşünüyorum. Hayır kampanyası, bu krizin halihazırdaki ya da olası mağdurlarına yönelik bir güçlenme umudu olarak belirebilirse, kitlelerle devrimci fikirlerin bir araya gelmesi için çeşitli potansiyeller doğabilir, ki sinik bir karamsarlık ve kaçışı yücelten bir uyuşukluğa düşmek istemiyorsak AKP’yi tümgüçlü bir şer odağı olarak görmek yerine içindeki yarıklar analiz edip seslenilebilir bir ittifak olarak değerlendirmek zorundayız da.

***

Can Evren:

 Baran üç başlık atmış ortaya.

1. Sosyalist ve örgütlü bir grup olmanın çelişkileri. Bir taraftan, bir topluluğun ister istemez diğer topluluklardan farkını vurgulayarak oluşacağı gerçeği. Kendi rengini belli etme ihtiyacı. Öte taraftan bu ötekilerden farklılığı vurgulamanın iç farkları örtebilmesi ve dışarıdakilerle dayanışmayı zorlaştırabilmesi. Aslında bir bayrak bir de tüzük sorunundan bahsediyor Baran biraz çetrefilli bir dille de olsa. Bayrak, diğer bayraklardan (dışarıdan) farklılığın, tüzük (içeriden) anlaşmazlıkların hangi yöntemle ‘çözüleceğinin’ simgesi. Ayrıca buna sosyalist tanımını yakıştırmasını şöyle açıklıyor: tarihsel analiz (kapitalizmin tarihini temele almak) ve tarihsel ufuk (dayanışmacı bir ekonomiye yol almak) için bir tür sabitleyici kavramsal çapa.

2. Bu çelişkilerle yaratıcı ve özgürce baş etmek için ortak bir yasa, yani ‘iç tüzük’ tesis etmenin gerekliliği. Yasaklayıcı ve kısıtlayıcı niteliklerin yaratıcı ve teşvik edici niteliklerin altında olmasını vurguluyor Baran. Kendini ortaklaşa gerçekleştirmeye yönelik pozitif bir süreç: yani ortaklık şartlarını hazırlop bir miras sanmamak veya başkasından devralmamak veya iradi, yaratıcı bir süreç sonunda kendi kurallarını kendin koymak. Kuralları koyan olma bilincini taşıyabilen ve tam bu nedenle yasaların iradi süreçlerle, deneyimlenen zorluklarla ve çelişkilerle diyalektik bir ilişki içerisinde ‘eğilip bükülebileceği’ fakat bir kuralsızlığa veya oluruna bırakırsak sorunlar erir gider gibi boşlamalara kapılmamak. Yasaklardan çok teşebbüs, inisiyatif ve sorumluluk temeline oturan bir pro-aktif kardeşlik hukuku: kardeşliğin fazla denetimci, erk odaklı tınısına karşı buna queer bir kardeşlik diyor. Bizim birkaç sene önce ‘kırmızı pazartesiler’ toplantılarımızda dostluk veya yoldaşlık hukuku kavramlarına dair yürüttüğümüz tartışmalara yeni bir çerçeve getiriyor.

3. Son olarak, bu pozitif özgürlük tanımıyla biçimsel, resmi, negatif bir özgürlük çerçevesinden, deneyime ve özgürlüğü tatmaya dayanan bir özgürlük yaklaşımı. Bastırmalara karşı duyulan tıkanıklığı aşma, özgür olamama hissiyatını gidermek, aşabilmek mücadelesi gibi soyut değil somut bir zemine oturmuş bir dayanışmacı ‘yükselme’ isteği.

 Barış’ın daha kısa katkısında, Baran’ın öne sürdükleriyle ‘göbekten’ kesişen bir nokta var: liberalizmi ve liberalizmin yasaklar ve sınırlara odaklanan, dayanışmanın inşasını öngörmeyen negatif özgürlük çerçevesini eleştirirken, içinde bulunduğumuz keyfilik rejimi ve külliyen hukuksuzluk ve fiili durumun (nitekim fiilen kuvvetli olanın) hakimiyetine da karşı çıkmak gerekliliği. Barış burada abartılı kıyakçılığın ve keyfiliğin mağduru Mevlüt Yakışıklı figüründe giriş yapsa bile, asıl vurgusu, müşterek hukuk tesis etmenin sınıfsal içeriğine dair. ‘Kimsesizlerin’ kimsesi olabilecek, rasyonel bir ‘öğretmen devlet’ modelinin sınıfsal eşitsizlikte alttakiler için faydalı olduğunu hatırlamalıyız, diyor. Hukuksuzluğa ve kişiye ve ‘aile kütüğüne’ fazla bağlı iktidar yapısına karşı çıkmak ile sosyalist program arasında bağ olduğuna dikkat çekiyor zira babasından miras devir almayanlar için sosyalist bir kamu hizmeti bir tür kendini var edebilme, özgürlüğü deneyimlemese bile ‘deneyebilmenin’ vaadini taşır. Hem Baran’ın yasak değil yasa vurgusunda ve kardeşlik hukuku sorgulamasında hem Barış’ın keyfiliğe karşı kamusal bir rasyonalite (örn. bilimsel eğitim) çağrısında, bir süredir post-anarşist akımların etkisine biraz fazla giren sol ortamın bir düşünsel ve eylemsel sınıra çarptığını düşündüm. İki öneri de bu sınırı test etme girişimleri taşıyor. Anayasa, meşruiyet, idare, dernek tüzüğü gibi Mülkiye sorunsallarıyla, ekonomik dayanışma, toplumsal eşitlik, çatışmalı ama ortaklaşa özgürlük gibi Sosyoloji/Sosyal Psikoloji/Sosyal Ontoloji sorunsallarını bir diyalektik içinde düşünmenin yollarını arıyorlar. İki alandan birinin diğeri içinde tam çözünemediğini kabul eden, homojen bir çözünme yerine heterojen bir karışım içinde düşünmeyi öneriyorlar. Şahsen ben, sosyalist düşüncenin ikinci kanalda oldukça yol aldığını, ilk kanalda geri kaldığını düşünüyorum ve günümüz düşünsel regresyonunu aşmanın ibreyi biraz daha ilk kanala çevirmekte olduğunu hissediyorum. Bu ikisini birbirine bağlayacak temel zincir halkası, yeni bir sosyalizmin hangi toplumsal sınıflar ittifakı ile kurulacağı sorusudur, meşruiyet zemininin hangi ‘ad’ ile yeniden tanımlayacağı sorusuna verilecek tarihsel sosyolojik bir tahlildir: yeni bir halk birliği mi? birçok halkın mozaiği mi? işyeri meclisleri federasyonu mu? çeşitli kültürlerin ‘birlik içinde çeşitliliğinden’ oluşan bir kültürel bölgeler mozaiği mi? kültürle bağını koparmaya çalışan coğrafi bölgeler arası, çok-bölgeli bir üniter cumhuriyet inşası mı? maaşlı çalışıp düşük ücret alanlar, küçük çiftçiler, topraksız işçiler ve topraksız köylüler ittifakına dayanan bir esnaf, müteahhit ve sanayici karşıtlığı mı?

 Sosyalist düşüncenin ortaya çıktığı 19. yüzyılda, anayasal ve soysuz/halkçı bir meşruiyet rejimi için mücadele etmek ile sosyalist bir ekonomi ve dayanışmacı bir toplum inşa etmek arasında daha çok örtüşme vardı. Fransız Devrimi’nin güncelliği, anayasallaşma ile eşitliği, kardeşliği, özgürlüğü sosyal bir içerikle kurma arasında bağ kurmayı mümkün kılıyordu – 1848 ayaklanmaları, eşitliğe toplumsal, kardeşliğe sınıfsal bir içerik katan büyük açılma noktasıydı. Örneğin Marx Almanya’da anayasal mücadele içindeki faaliyetleri yüzünden sürülmüştü daha 1848’de. 1917 ile ise sosyalist devrimcilik Avrupa’nın yakın çeperine (Rusya), daha sonra Asya’ya (Çin’e) ve giderek Avrupa sömürgeci imparatorluklarının, birçoğu Avrupa istilası öncesi anayasal olmayan iktidarlarla yönetilmiş, sömürgeci bürokrasiler dışında bir bürokrasi geleneği olmayan coğrafyalara ve genelde kırsal nüfusun ayaklanmalarıyla kurulan devrimci süreçlere taşındı. Türkiye’de de 1968 sonrasında özellikle Maoculuk ve Kürt hareketinin yükselişi ile sosyalist düşünce ve eylemin giderek merkezden çepere, kentten kıra taşındığını, kurucu meclis ve anayasal rejim tartışmalarından, basın yayın aracılığıyla hegemonya inşa etmek ve rıza (consent) kazanmak mücadelesinden silahlı ayaklanma ve zor kullanmada (coercion) devlete rakip olabilme stratejilerine ağırlık verdiği söylenebilir. Nitekim siyasi atmosferimiz de, giderek Kemalizm ve düşman iktidar ile özdeşleşen kurucu meclis ve anayasal kuruculuk temalarından uzaklaşırken, iç savaş teorileri ve silahlı devrim stratejilerine yaklaştı. Soğuk Savaş’ın bitişinin yarattığı boşluk ve küresel ölçekte dizginsizleşen egemen devlet şiddeti örnekleri kapitalist ve anayasal dünyanın merkezinden doğan köklü devlet ve hukuk eleştirilerini tetikleyip, liberal demokrasi eleştirilerini küresel düşünce ortamında hâkim kıldıkça, kapitalist çeperde de bir atılım yapmak ile anayasal/soysuz ama ortak meşruiyete dayanan bir sosyalist devlet inşası arasında bir uyumluluk düşünmek giderek zorlaştı. Neticede ekonomik dayanışma, siyasi mücadele ve temel hak ve özgürlükleri meşru bir düzen içinde güvenceye alabilecek bir anayasal rejim inşa etme çabaları arasındaki bağ zayıfladı. Bu bağ kurulduğu zaman ise, ancak bir liberal sosyal demokrasi ve Soğuk Savaş sonrası bir refah devleti kapitalizminin olanaklarına tıkıldı.

 Anayasa ile meclis arasındaki bağı koparacak, gayri-şahsi/şahıslar üstü bir hükümet modelini tedavülden kaldıracak ve bunu mega kapitalist bir parti-devlet-şirket modeline oturtacak bir referanduma hayır demek, bizi sosyalist mücadelenin tarihselliği içinde anayasallığı, adem-i merkeziyetçi ve itirazlar çokluğuna yer açan bir idari sistemi, dayanışma/işbirliği temelinde bir ekonomiyi kurma konusunda yaratıcı düşünmeye teşvik etmeli. Baran’ın makalesi daha çok bir yeni dernekleşme ahlakının felsefi ve sosyal psikolojik temelleri hakkında bir deneme gibi geldi bana. Barış’ınki ise kurumsal bir akılcılık ile işçi sınıfı kuvvetlenmesi arasında, sosyalist bir devletin pedagojik ‘ilericiliğini’ hatırlatma çabası. Ben ise, bu heterojen karışımın ilhamları için 1968 öncesine, sosyalist mirasın daha erken safhalarına dönmek gerektiğini, bu erken dönem ilhamlar ile günümüz çelişkilerini bir diyalektik öğrenime sokma gerekliliğini önermek istedim.


***

Bilgesu Şişman:

 Eşit ve özgürleştirici bir beraberliği kuracak ve koruyacak olan enerjiyi nasıl düşünnmek ve nasıl hayata geçirmek gerek? Bence soru her şeyden önce sunu soruyor: katılaşmadan, durağanlaşmadan, bürokratik olarak kurumsallaşmadan öte ve bunlara aksi bir örgütlülük nasil mumkundur? Baran’ın yazısında bu soru, beraberliğin hukukunun ne olacağı, bu hukukun kendini ne üzerinde temellendirmesi, ne üzerinden hareket etmesi gerektiği sorusuna içkin olarak soruluyor. Baran yazının sonunda nihai temelin deneyim olması gerektiğini tartışıyor. Ben bu soruyu bir de diğer yönden sormak istiyorum: deneyime yaslanan, deneyimle sekillenen hukuk, deneyimin kendisini etkileyebilir mi, onu nasıl şekillendirir, bu hukuka tabi olanların hayatlarına ne getirebilir? Deneyimde somutlaşabilir mi? Başka bir deyişle bir örgüt, en genel anlamıyla bir beraberlik, bizim hayatlarımıza dolaysız olarak nasıl değer ya da değmelidir? Bu sorunun altında şu ilk kabulu tutuyorum: eğer deneyim hukuktan etkilenmeyecekse, eğer hukukun deneyimi etkileyecek bir şekli ya da kuvveti yoksa içi boş bir formdan öteye gitmesi imkânsız değilse bile hayli olanaksızdır.

 Baran örgütün hukukunun oluşumunu sözleşme fikri üzerinden açıklıyor. Ben sözleşmenin kurucu öncesinde, ya da sözleşmeyi mümkün kılacak olan karşılıklı sorumluluk meselesine dönmek istiyorum. Burada atıfta bulunduğum sorumluluk, hukuki (en genel anlamıyla) sorumluluk, ve hatta (dar anlamıyla) ahlaki zorunluluktan (Kant’ın evrenseli) öte, kişinin tek tek bireylere, daha da doğru tasvir etmek gerekirse, benim sana, ona ve ötekine olan sorumluluğum, yani tekil sorumluluk. Etik/metafizik bir “Ötekine Sorumluluk”tan bahsetmiyorum. Bahsettiğim, birbirimizi hayatlarımız icin sorumlu görme ve sorumlu tutma. Birbirimizi eleştirebilme, örtük bıraktığımız gerilimlerimizi yeniden ortaya çıkarabilme, en yakınımızın gelir geçerini sorguya tutabilme özgürlüğü ve sorumlululuğu. Bunu küçümsemeye, önemsememeye, dalga gecmeye, ötelemeye dönüştürmeden. Burada birbirimiz dediğim kim? Biz, arkadaşlar, arkadaşlarımız. Eğer hukukun içsel ve dışsal farklarından, hayatlarımızı ve birbirimizle olan ilişkilerimizi etkilemesinden, deneyimde somutlaşmasından bahsedeceksek, bu arkadaslık anlayışını da düşünmemiz gerekir.

 Burada Baran’ın önerdiği “kardeşlik” yerine arkadaşlığı koymuyorum, bu ikisinin farklı yerlerde varolduklarını öne sürüyorum. Kardeşlik kavramı, aydınlanmacı/humanist gelenekte de en çok sözü soylemis olan kavram, herkesin aklına ilk geldiği şekliyle, “eşitlik” ve “özgürlük” arkadaşlık ile değil kardeşlik beraber zikredilmiş (düşünelim, mottosu “eşitlik, özgürlük, arkadaşlık” olan bir devrim nasıl bir devrim olurdu?). Kardeşlik kavramının arkasında bir aile imgelemi (kardeş halklar, kızkardeşler, Siyahi kardeşlik, Müslüman Kardeşler vs. örnekler çoğaltılabilir), kardeşliğin aynı genus’a dâhil olmakla belirlenen bir şey olması yatıyor. Başka bir deyişle, kardeşler birbirlerinden başka bir varlığa atıfla (bir anne, bir baba, bir ideal, bir tarih) kardeşler (yetim kardeşler için de aynı şey geçerli, Baba’yı öldüren kardeşler için de). Arkadaşlıkta ise her zaman birebir, yüzyüze ve sonlu bir iliski var. Kardeşin her zaman kardeşindir, arkadaşın ise bir noktadan önce arkadaşın değildir ve bir noktadan sonra arkadaşın olmayabilir. Kaç kardeşin olduğu ya da olacaği senin seçebileceğin bir şey değildir (ve teorik olarak düşünürsek, sonsuz sayıda kardeşin olabilir, humanizm belki bu yuzden arkadaşlık değil de kardeşlik demiştir), fakat ancak sinirliınırlı sayıda arkadaşın olabilir (İngilizce daha net anlatabileceğim belki demek istediğimi: “you can only have so many friends”). Ancak, eğer birlikteliği gerilim ve deneyim üzerinden düşüneceksek, kardeşler hukukundan ziyade ya da bu hukuktan önce arkadaslar hukukunu düşünmemiz gerekir. Çünkü baskı, sömürü ve şiddet bizi bir araya getirse, bize bir ortaklık verse de, bu ortaklığın gerçekleşmesi, ete kemiğe bürünmesi (yani bir datum ya da fact olmaktan cikip normatiflesmesi ya da hukukilesmesi), onun yalnızca varsayılmayıp aynı zamanda etkinleştirilmesini de gerektirir. Bu etkinleştirme nerelerde ve nasıl gerçekleştirilecektir? Arkadaşlar arasında.

 Arkadaşlık hukuku nedir? Bence bir anlamıyla topu kitlelere atmaktan, kurtuluşu kitlelere kitlemekten önce, birbirimizin hayatındaki etkilerdeki sorumluluğumuzdur. Bu, kendi korunaklı ilişkilerimize kapanalım anlamına gelmiyor. Aksine, Alev’in dediği “yerellerde bir araya gelen yapılar, kendi mahallesindekileri muhatap alma ve ikna çabaları” ile ilgili.

 Arkadaşlık hukuku ile örgüt iç hukukundan (tüzükten) öte ya da önce bir şeye gönderme yapıyorum. Bu yüzden de tüzük gibi işlemeyen bir şeyden bahsediyoruz, çünkü ancak sınırlı bir grup için işleyebilen (daha doğru bir deyişle, sınırlı olması, herkesi kapsaması ona içkin olan) bir hukuk. İç hukuk belki bu arkadaş gruplarını bir araya getirecek hukuktur, onları birbirine bağlayan, birlikte iş gördürebilen, aralarındaki ilişkiyi kuran ve koruyan. Fakat eğer süreçten ve süreklilikten bahsedeceksek bunun yalnizca iç hukukla mumkun olmadığını, fakat kendi ilişkilerimizdeki süreklilikle birebir ilişkili olduğunu görmek gerekiyor. Bunun bir nedeni örgütsel formların, o an için politik olarak yapilmasi gerekenlere cevap olarak şekillenmesi gerekliliği (örgütün plastikliği diyebiliriz), bir başka nedeni de gerilimlerin her an için örgütün çözülümüne meyletme potansiyeli. Bu, örgütt hukukunun altında yaslanacağı arkadaşlık hukuklarının olması ve arkadaslık ilişkilerinin örgüt sürecinde genişleyip derinleştirilmesi ihtiyacını göz önüne koyuyor. Kanaatimce, demokratik kazanım için ‘hayır’ın ötesini görebilecek ve oraya gidebilecek bir örgüt için arkadaşlık hukukunun kurulması ve korunması şart, cünkü Baran’ın bahsettigi, hukukun “yaratıcı ve teşvik edici nitelikleri”nin besleneceği damar bizim halihazirdaki iliskilerimiz olacak. Başka bir deyişle, ortaklaşmayı gerçekleştirecek ilk adım kendi ilişkilerimizde yatıyor.

 Bu anlamda sosyalist bir birliktelik, kendi başına anarşist olmasa da, düşüncesini otonomiden alan bir birliktelik üzerinde mümkün. Yani, birbirimizden güç aldığımız, birbirimizin hayatını dönüştürdüğümüz, ve hayatı beraber, pratikte kurmaya calıştığımız bir birliktelik. Örgütlenmenin yayılması da, içsel/dışsal fark gerilimlerinin durmaksız çözülümlerinin yanında, bir arkadaşlık ağı/şebekesi kurulması olarak da okunabilir. Bu arkadaşlıklar politik olanın öte tarafinda duran ‘şahsi’ arkadaşıklar degildir: bir işyeri meclisleri federasyonu da, bir sınıf ittifakı da bir arkadaşlık sebekesi olarak okunabilir. Kardeşlik, nihayetinde sorunlu bir evrenselliğe atıf yaparken (Kapitalistler, faşistler de benim kardeşim midir? Değillerse neden değilllerdir?), arkadaşlık seçiciliği, seçmeyi, bir anlamıyla özgürlüğü, beraber pozisyon almayı ve ortak bir arzuyu akla getirir. Burada kavramı esnete esnete içini boşalttığım sanılmasın: örneğin bir grevde en hızlı giden kuvvet kollarından biri (yani grevdeki enerjilerin en aktif olanlarindan biri), arkadaşlıkların kurulması, pekişmesi, yenilenmesi değil midir? Direnişle ortaya çıkan somut dayanışma kültürü bir arkadaşlık kültürü değil midir? Gezi’de yeni kardeşler bulmaktan ziyade yeni arkadaşlar edinmedik mi?

*

 ‘Ögretmen devlet’ meselesine gelirsek: bulunduğumuz politik koşulları bize hareket alanı bırakacak, olanaklarını kendimiz icin kullanabileceğimiz hukuki bir zemin gerekli, hem de acilen. Fakat nihai ufkun bundan öte olmasi lazim. Uzun süreç için analizi nereye doğrultacağımız, hangi modeller üzerinden pratiği kuracağımız, farklı direniş gruplarını birbirine bağlayacak olan stratejiyi nasıl oluşturacağımız soruları kolay cevapları olan sorular değil, ya da biz bu cevabı hemen veremiyoruz. Bunun nedenini de belli bir gelenekten kopmuş olmamızda değil, sürekli olarak degişen politik baglamda buluyorum. En basitinden şunu söylemek önemli gibime geliyor: eğer “sosyalizm” diyeceksek, bunun her zaman zeminden yukarı bir sosyalizm olması gerektiğini de bıkmadan söylemeliyiz. Yani merkezi, meşruiyet hattı üzerinden zorlarken, esas yıkıcı enerjiye sahip olanın merkezsizleşme hareketi olduğunu unutmamak (bu anlamda Can’ın politikadaki sıkışmayı post-anarşist düşünceye fazla itibar edilmesi ile açıklamasına katılmıyorum).  Nihayetinde sorumuz “güç kimin gücü olacak?”

 Kendi örgütsel stratejimize gelirsek, bunun yine kendi hayat deneyimimizi degiştirmekten geçmesi gerektiğine inanıyorum. Mesela çok gerekli bir ek tartışma: “kafa emekçileri” olarak biz kendi konumumuza dair ne yapıyoruz, içinde bulunduğumuz kurumlarla nasıl ilişkiye geciyoruz? Neden akademisyenler işten çıkarıldıktan sonra neredeyse refleks olarak yine başka “akademiler” (sokak dersleri vs.) kurmak icin seferber oluyorlar? Mesela bu işten çıkarmalar neden bizlerin kendi emeğimizin doğasına, konumuna, kullanılışına dair bir tartışmaya neden olmuyor, neden sadece defansif ya da reaktif cevaplar veriliyor bu şekilde saldırılara? Neden yeni bir şey, yeniye dair bir şey söylenemiyor? Biz, birbirimiz arasında, birbirimizi hayatta yaptığımız seçimlere dair daha fazla sorumlu tutmuyoruz? Sevinç’in kitabının sonundaki bir örnek geliyor aklıma: konservatuara gitmek isteyen genç, onun yerine AKP Gençlik Kolları’nda buluyor kendini. Bunu düşünmek; yalnızca uzak, öteki bir örnek olarak değil kendi hayatlarımızın da bir metaforu olarak düşünmek gerekiyor.

***

Sidar Gündüzalp:

Aslında nereden başlanması gerektiğini çok iyi bilemiyorum. Bir araya gelebilmenin türlü koşulu ve yolu var tabi ki. Uzun ve kurucu bir metnin çekirdeğini oluşturmak için olup bitenler üzerine belli tahlillerde uyuşabilmek elzem. Bunun koşulları ve iç hukuku ise başka bir konu.Özneler bir işleyişe/örgüte nasıl dahil olurlar?’, vb. sorular bir araya gelmeye ihtiyaç duyan insanların cevap vermek zorunda olmadığı sorulardır. En azından başlangıç için. Bu noktada yapmak istediğimiz şeyi inceleme nesnesi haline getirmek işi biraz zorlaştırıyor. Uzatmayayım, böylesi bir açıklama girişiminin i) mürekkep yalamış olmamızdan, ii) bunun bir sonucu olarak, sosyalist örgütlenme biçimleri üzerine yapılagelen tarihsel, sosyolojik ve psikolojik eleştirilerin bu alanın kurucu düşüncesi olduğuna dair yanılgıları tetiklemesinden, iii) büyük anlatıya duyduğumuz ihtiyaca bir şekilde kulak tıkıyor oluşumuzdan kaynaklandığını düşünüyorum.
Bunca şey olup biterken oturup izlemek rahatsız edici kuşkusuz. Bunun ülke genelinde bir itki yarattığı da aşikâr. Ancak yükseltilmeye çalışılan mücadelelere bakınca bunun bir alternatiften ziyade doğrulmaya çalışmak olduğunu söylemek daha doğru geliyor. Bu onun boş olduğunu değil ama sosyalist bir karakterden giderek uzaklaştığını gösteriyor. Sürekli cephe savaşı yaptığımız ve sonunda bütün cepheleri de teker teker kaybettiğimiz bir süreçten geçiyoruz. Devlet her kazandığında daha da güçleniyor ya da daha fazlasına hamle ediyor. Kuşkusuz devletin gücünü görmezden gelmemek gerekir. Toplumsal muhalefeti adım adım sindirebilecek güce sahipler. Her zamanki gibi önce Kürt siyasal özneleri, sonra sosyalistler, vs. Dolayısıyla, bunu bilerek hareket etmek gerekiyor. Yoksa, neden mevcut sosyalist yapılardan birinde olmadığımız sorusunu yanıtlamak güçleşir.
Örgütlü hareket edebilmenin elle tutulur gözle görünür bir takım gereklilikleri var. Yalnızca beraber hareket etme isteğinden öte fiziki bir organizasyon gerektiriyor. Aslında bu tip bir organize olma halini ıskaladığımızı ya da içinde bulunduğumuz (sınıfsal, sosyolojik, psikolojik, örgütsel ya da her nasıl tanımlayacaksak öyle) durumların buna bizzat engel olduğunu da not etmek lazım. Dolayısıyla sınıfsal konumlarından kurtulmuş bir grup kaygılı entelektüel olduğumuzu varsayıyorum. Bizim açımızdan, uzun süreli ilişkileri kurgulamaktansa, bu düşünceyi aklımızın bir kenarında tutarak kısa süreli flörtlerin imkân ve koşullarını yaratmak daha gerçekçiymiş gibi duruyor.
Bu koşullar nelerdir? diye sorulduğunda bir cevap vermekte zorlanıyorum açıkçası. Önümüzdeki süreç içerisinde, referandumun sonucu ne olursa olsun, işlerin daha da kızışacağını ve muhalefete daha çok iş düşeceğini düşünüyorum. Amacımız şimdilik daha çok bir araya gelmek, bol bol tartışmak olabilir. Ama orta vadede (Referandum meselesi 1 ay içinde olup biteceği için bir kenara bırakıyorum) ortaklaşabildiğimiz her alanda az da olsa ivmelenmek gerekir. Barış’ın ve Alev’in de değindiği gibi ortada bir sürü çatlak var ve bu çatlaklara sızmak, sızamıyorsak en azından denemek ve deneyim biriktirmek lazım.

***

Umut Kocagöz:

 Öncelikle, örgüt-örgütlenme-ağ-şebeke tartışmalarının başında, benim aklıma her daim şu soru gelir: bir örgüte, bir kişinin başkalarıyla beraber örgütlenmesine neden ihtiyacı vardır? Bu basit gibi görünen ve aslında çok da basit olan soruyu nasıl cevaplayacağımız, bütün tartışmanın genel gidişatına önemli ölçüde yön verecektir, diye düşünüyorum.

 Baran’ın soruyu ortaya koyarken ve cevaplarken bu soruyu a priori olarak “sosyalist bir örgüt olmalı” şeklinde ele aldığını, ve tartışmayı bu minvalde kurduğunu hissediyorum. Bu minvalde geliştirilen öneriler, en fazla örgütün nasıl olacağını, “içerisi” ile “dışarısı” arasındaki ilişkinin nasıl düzenleneceğini, ve bu düzenleme sürecinde örgütün ne tür bir fonksiyonu, yönergeleri olabileceğini ifade ediyor.

 Bu tanımlanmış haliyle sosyalist örgüt bana, bir çeşit topluluk kurmaktan farklı görünmüyor. Toplulukların da, evet, Bilgesu’nun ifade ettiği şekilde daha çok arkadaşlıklara, daha kuir bir hukuka, daha yakın ilişkilere, ki bu yakınlığı duygusal, zihinsel veya coğrafi olarak alabiliriz, bu açıdan daha çok deneyim paylaşımına göre tanımlamak mümkün, hatta sanki zorunlu. Nihayetinde bir topluluk, belirli iç ve dış ilişkileri, çelişki ve gerilimleri, kendi iç düzenlemelerini ve dış dünya ile ilişkisini tarif edecek/eden yazılı veya sözlü veya geçişken bir takım tanımlayıcı ve düzenleyici prensipleri barındıracaktır.

 Buna ek olarak, belirlenen bir takım amaçlar, bu topluluğu başka/diğer topluluklardan ayıran temel bir özellik olabilir. Ancak burada, örgütlenmenin “keyfi” bir takım ilişkilerin sonucu olduğu, bir tarih, kültür, coğrafya bağlamı içerisinde benzer özlem ve arzulara sahip insanların, sırf bu özlem ve arzuları taşımaları hasebiyle yan yana gelmelerinin keyfiliğinin bu topluluk modelinin bir parçası olduğunu ifade etmek gerekir. Buna keyfilik diyorum, çünkü bu insanlar ne yaşamak ne de mücadele etmek için birbirlerine zorunlu olarak ihtiyaç duymazlar, ancak kendilerinde “fazla” olan bir şeyi, bir arzuyu taşıdıkları için yan yana gelirler. Arzu, eksiklik değil, fazladır.

 Lakin, örgütlenmenin başlangıç noktası, belki arzunun başka şekilde örgütlenmesiyle de düşünülebilir. Nihayetinde bu arzu, bir yandan yaşamı arzulamak, yaşamı dönüştürme istenci olarak ifade edilecek ise, bunu illaki “sevdiğimiz insanlarla” yapmak zorunda değiliz; hatta belki de, sevdiğimiz insanlara bağlı olarak politikayı ve örgütlenmeyi düşündüğümüz ilk anda problemli bir alanda tartışmanın içerisinde olabiliriz.

 Eğer örgütlenme ve devrim meselesi güç ilişkileri ve kalabalıkların özneleşmesi meselesi olarak düşünülebilir ise, birbirini tanıyan, seven, fikirlerine değer veren ve fikirleriyle anlam kazanan kişilerin bu kalabalıklar içerisinde birbirleriyle koordineli bir şekilde çalışması; politikayı kalabalıkların özneleşmesi süreci olarak ele alması, kendini kalabalıkların içerisinde kaybetmesi ve yeniden yaratması, devrimci arzunun çok daha real bir düzlemde pratikleşmesini ifade edebilir. Çünkü değiştirilecek dünya, bütünlüklü bir sistem olarak karşımızda duruyor ise, onu değiştirme faaliyeti de bu bütünlük içerisinde sistematik çalışmak, koordineli çalışmak ve “kendimiz” dışına taşarak çalışmayı zorunlu kılıyor.

 Başta altını çizmeye çalıştığım soruya geri dönecek olursak, örgütlenme meselesi bu açıdan kalabalıklar içinde, kalabalıklarla beraber özneleşme meselesi olarak, baskı ve zülme, sömürü ve ezilme ilişkilerine karşı yaşamı arzulamanın bir ifadesi şeklinde ortaya çıkar. Ancak, örgütlenmek, benzer baskı, sömürü, ezilme ve zulüm koşullarından geçen kişilerin, yani benzer ve ortak maddi koşulları paylaşan, bu koşulları deneyimleyen kişilerin bu koşullara karşı örgütlenmesi olarak ortaya çıkabilir. Bu açıdan, bir devrimci örgüt tasarımından önce düşünülmesi gereken şey, ezilenlerin küçüklü büyüklü gruplar halinde örgütlenmesi, politik kadrolaşması, ve başka ezilenlerle ilişki kurması gerekliliğidir. Amacı sosyalizm olan ve bir takım tanışıklıklar sonucu birbirlerini bularak aralarındaki ilişkiye çeşitli politik dolayımlar katan bir arkadaşlar/tanışıklıklar grubunun çeşitli düzeylerde politik etkileri ve etkinlikleri olabilir; ancak bu etki ve etkinliğin hakiki bir toplumsal zemine basması, benzer koşulların paylaşılmasından ve deneyimlenmesinden kaynaklanması, o örgütlenme girişimini daha hakiki bir örgütlenme girişimi olarak ifade edecektir. Bu da, toplumdaki çeşitli eşitsizlik ilişkilerini ve heterojenliği atlamayı değil, tam da bu heterojenlik üzerinden farklı toplum kesimlerinin örgütlenmesini ve çıkar ortaklığı kurmasını zorunlu kılar. Başka bir ifadeyle, hepimiz “kapitalizme karşıyız” diyerek “kapitalizm karşıtları” öznesi etrafında bir örgüt kurmanın, kapitalizme karşı olmanın farklı toplumsal gerçeklikleri homojenleştirme tehlikesini bypass etme şansı yoktur; aksine, bu sosyal farklılıkları bastırarak arada farklı hiyerarşiler üretmeye fırsat verir. Bu tarz bir örgütlenmede ortaya çıkan bir diğer husus ise, her farklı sosyal kesimi bir kimlik altında eşitlemesi ve ortaya hayali (maddi gerçekliğe dayanmayan) bir cemaat/kimlik yaratmasıdır. Bu da, sahte bir özneleşme deneyimi olarak, bu kimliği icat edenlerin iktidarda olduğu ve diğerlerini bir şekilde düzenlediği bir sistemi varsayar.

 Oysa örgütlenme pratiği, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, benzer maddi koşulları paylaşan ezilenlerin kendilerini örgütleme deneyimi olarak, yani her koşulda bir “özörgütlenme” deneyimi olarak ortaya çıkar ve her koşulda kendi yaşamı üzerinde egemen olmak açısından bir “özyönetim” pratiği olarak icra edilir. Bu iki koşul, bir örgütlenmenin amacı değil, daha en baştan kendisi olmak zorundadır; ve esas olarak, bu ikisi haricinde hiç bir prensip de olmamalıdır; çünkü diğer bütün prensipler, ezilenlerin maddi gerçekliği içerisinde ortaya çıkacak, deneyimlenecek ve çözümlenecek çatışmaların sonuçları olabilir; yoksa, dışarıdan biçilmiş gömlekler olacak ve çatışmaları gizleyeceklerdir.

 Peki, bu koşulda, “arkadaşlar” ne yapacak? Öncelikle, koordinasyon, bilgi alışverişi, farklı ezilenlerin aktörleşme süreçlerine beraber katılma, farklı ezilenlerin aktörleşme süreçlerini birbirine bağlama gibi, yakınlık gruplarına düşen, daha derin, tarihsel bir takım görevler vardır. Kendini özörgüt olarak örgütleyen her deneyim bir diğerini onun tekilliği üzerinden tanır; bu, bir yerde kendi özneleşmesini bir özgünlük olarak, yani “fark” olarak gösteren örgütler için de, çok daha geniş kalabalıkları içerisinde barındıran örgütler için de böyledir. Önemli olan, ezilenlerin “görünebilecek” şekilde kendilerini örgütlemesi, bu örgütlerin birbirleriyle ilişkilenmesi, birbirlerini görmesi ve birbirleriyle “kardeşleşmesidir”.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder